KÜNYE   KAYNAKÇA   İLETİŞİM      

  SAYFANIN MOBİL VERSİYONU: kuranmeali.name.tr   

ARAPÇA METNİ     SURELER     MEAL     TEFSİR     KELİMELER-KAVRAMLAR    
TEFSİR  

7-A'RAF SURESI (206 Ayet)
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52
53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78
79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104
105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130
131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156
157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182
183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206
Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri ve Meali A'raf Suresi 174  Ayeti Kerime Tefsiri ve Mealleri - 7/174
7-A'RAF SURESI - 174. AYET    Mekke
وَكَذَٰلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ -174
Ve kezalike nüfessılül ayati ve leallehüm yarciun
7-A'raf Suresi 174. Ayeti Kerime Mealleri ve Tefsiri
Ö. NASUHİ BİLMEN MEALLERİ VE TEFSİRİ : 'Kur'anı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri'
Ö NASUHİ BİLMEN  MEALİ: Ve Biz işte âyetleri böyle mufassalan beyan ederiz ve gerektir ki (küfürlerinden) dönüversinler
Ö NASUHİ BİLMEN  TEFSİR MEALİ: Ve biz işte âyetleri böyle ayrıntılı bir şekilde beyan ederiz ve gerektir ki -küfürlerinden- dönüversinler.
Ö NASUHİ BİLMEN  TEFSİRİ:
'Kur'anı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri'
(Ve biz işte âyetleri) Allah'ın kudretine ve ilâhî hikmetine işaret ve şahitlik eden böyle alâmetleri, hârikaları (böyle) büyük menfaatleri taşıyarak (ayrıntılı bir şekilde beyan ederiz) tâki cehalette kalmasınlar, Allah'ın zatına layık olmayan şeyleri O'na isnat edemesinler, (ve gerektir ki,) Küfürden, bâtıl üzerinde ısrardan, babalarını cahilce bir halde taklitten (dönüversinler.) ilâhî âyetleri, alâmetleri, düşünerek aydınlansınlar, Allah'ın birliğini tasdik ederek hidâyete kavuşsunlar. Ne büyük bir ilâhî merhamet!. § Adem oğulları hakkındaki bu ilâhî sual ve cevap meselesi birçok kimselerin zihinlerini işgal etmekte olduğundan buna dâir biraz izahata lüzum görülmektedir. Şöyle ki: (1) "Neam", "belâ" kelimeleri Arab lisanında birer tasdik edatıdır. "Evet" mânâsını iade ederler. Fakat kullanılışları arasında fark vardır. "Neam" edatı söylenilen olumlu veya olumsuz birşeyi tasdik ve tesbit eder. Meselâ: "Zeyid geldi" sözüne karşı "Neam" denilse "evet Zeyid geldi" denilmiş olur. Bilâkis "Zeyid gelmedi" veya "Zeyid bir sözleşme yapmadı mı" sözüne karşı "Neam" denilse "evet Zeyid gelmedi, evet Zeyid sözleşme yapmadı" denilmiş olur. "Belâ" ise böyle değildir. Bu yalnız olumsuzca cevap olarak kullanılır ve olumsuz manânın varlığını ifâde eder ve çok kere de istifham! Takririye (tasdikli bir soruya) yakın olur. Binaenaleyh "Zeyid gelmedi" veya "Zeyid sözleşme yapmadı mı" sözüne karşı "Belâ" denilse "hayır Zeyid geldi", "evet Zeyid sözleşme yaptı" denilmiş olur. İşte: hitab-ı cehlinin cevabı olan "Belâ" da böyle bir olumluluk anlamı ifâde eder. "Evet sen bizim Rabbimizsin" meâlindedir ki, bu bir imandır. Şayet bunun yerinde "Neam" denilecek olsaydı mânâsı: "Evet.. Sen bizim Rab'bimiz değilsin" demek olurdu ki, bu da bir inkârdır. (2 nazmı şerifi bir soruyu içermektedir. "Ben sizin Rab'biniz; mabudunuz değil miyim gibi bir soruyu ifâde etmektedir. Acaba bu sorudan maksat nedir?. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ görülen şeyleri de, gaybı da bilicidir. Herhangi birşeyi sorup öğrenmek ihtiyacından uzaktır. Artık böyle bir soru, belâgatin gereğidir, ve karşılıklı konuşmanın ayrılmaz unsurlarındandır. Muhatapların bir hakîkati İtiraf etmelerine vesiledir ve başkaca bir nice güzellikleri, nükteleri de içermektedir. Belagat ilminde açıklandığı üzere soru kipleri daima birşeyi sorup anlamak m aks adiyi e zikredilmez. Belki çok kere birşeyi inkâr veya kabul etmek için veya muhataba bir iltifat veya minnet için veya muhatabı azarlamak, hesaba çekme vesaire için zikredilir. Meselâ: Zeyd'in akıllı olduğunu bilmeyen bir kimse: "Zeyid akıllı mıdır?." diye soracak olsa bundan maksadı Zeyid'in akıllı olup olmadığını öğrenmekten ibaret bulunur. Fakat Zeyid'in akıllı olduğunu inkâr eden bir kimse, muhatabına karşı: "Zeyid akıllı mıdır" derse maksadı, Zeyid'in akıllı olmadığını göstermek olur. Adeta "Zeyid akıllı değildir, siz onu akıllı mı sanıyorsunuz?." Demiş bulunur. Bilâkis Zeyid'in akıllı olduğunu söylemek ve tesbit etmek isteyen bir kimse de "Zeyid akıllı değil midir?." diyecek olsa "Zeyid akılıdır, siz onu akılsız mı sanıyorsunuz?" gibi bir ifadede bulunmuş olur. Yoksa Zeyid'in hakîkaten akıllı olup olmadığını anlamak için sormuş olmaz.İşte <&|*o^Jj*j c^ji nazmı celilindeki soru da böyle bir istifham i takriridir. Yani tasdik sorusudur. Adem oğullarının Allah'ın Rablığını tasdik ve itiraf etmeleri için söylenmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ Hazretleri kendi rablığını bildiği halde neden böyle bir sualde bulunmuştur?. Diye düşünmeğe mahal yoktur. Nitekim Kur'an-ı Kerim, de bunun misâlleri çoktur, cümledendir. = Yaradan bilmez mi?.= gökleri ve yeri kim yarattı?.) sorulan da bı(3) Allah Teâlâ Hazretleri kullarının ne düşündüklerini ne diyeceklerini bildiği halde bunu onlardan sual buyurmasında ne gibi bir hikmet düşünülebilir?. Bilinmektedir ki: Bu dünya hayatı bir imtihan hayatıdır. Herkesin sözleri, işleri bu âlemde tesbit edilecek, sonra ebediyet âleminde bu tesbit edilenlere göre muamele olunacak, ilâhî adalet kusursuzca tecelli edecek herkesin hakkında ilâhî deliller tamam olmuş bulunacaktır. Artık hiçbir kimse: "Yarabbi! Ben bilmedim, bana bir şey söylenmedi, ben bir şey hakkında söz vermiş değilim, eğer ben öyle bir imtihan sahasına atılmış olsaydım, senin rızana muhalif harekette bulunmazdım" diye mazerette bulunamayacaktır. Bununla birlikte insan zürriyetlerinin idrâk edici bir halde varlık sahasına çıkarılarak kendilerine Allah tarafından ilâhî zâtına lâyık bir şekilde hitab edilmesi, kendilerine rablık fikrinin ilham buyrulması hikmetini içerdiği gibi ayrıca o yerde hazır olan Melâike-i Kirama ve diğerlerine karşı Allah'ın kudretinin yüceliğini gösterme hikmetini de içermektedir. İşte bu gibi hikmetlerden dolayı Hak Teâlâ Hazretleri kendi kullarına som yoluyla hitab buyurmuş, kendi rablığını kullarına tasdik ettirmiş, bu hususta bir söz ve antlaşma meydana gelmiş, insanlar bu söze uymakla mükellef bulunmuşlardır. Kur'an'ı Kerim'deki soru yolu ile olan diğer ilâhî hitabelerde böyle birer hikmete dayanmaktadır. (4)Hak Teâlâ Hazretleri insanlara ne zaman, nerede ve ne şekilde <■■ diye hitab buyurmuş, insanlar da ne şekilde "belâ" diyerek Allah'ın rablığını İtiraf etmişlerdir?. Böyle bir sual ve cevap hakîkaten vâki olmuş mudur? Yoksa bu, bir temsilden ibaret midir?. Bu hususta İslâm âlimlerinin çeşitli açıklamaları vardır. Bunların özü ve bizce bir itikadî mes'ele teşkil eden yönü şudur: Allah Teâlâ kullarından bir söz almıştır. Bunlar Hak Teâlâ'nın rablığını tasdik etmişlerdir. Artık hiçbir insanın: Ey Rabbim!. Ben seni bilemedim, senin varlığına işaret edecek bir şey göremedim. Ey Rabbim!. Ben cehalet içinde, peygamber gönderilmediği devrelerde yetiştim, muhitimin küfrüne kurban oldum, atalarıma uydum, onların sapıklığını taklit ettim. Haktan haberdar olamadım, derneğe selahiyeti kalmamıştır. Fakat bu sözün, bu itirafın nerede, ve ne zaman ve ne şekilde vuku bulduğunu ve bunun tam mahiyetini bilmek ve bu söz, mutlaka şu suretle vâki olmuştur diye hükmetmek bizim için itikadi bir mesele değildir. Çünkü bu hususta kat'î ve mütevatir ayrıntı mevcut değildir. Bunun içindir ki, bu bapta muhtelif rivayetler, yorumlar vardır. Biz bunun mahiyetini Allah'ın ilmine havale ederiz. İhtiyata uygun olan da bundur. Bununla beraber bu rivayetlerden ikisini özet olarak kaydedeceğiz. Şöyle ki: (A) Birçok muhaddislere, müfessirlere göre Allah Teâlâ Hazretleri Adem Aleyhisselâm'ın sulbünden kıyamete kadar dünyaya gelecek olan nesillerim cennette veya Mekke'i Mükerreme ile Taif arasında veya başka bir yerde arkasından dışarı çıkararak kendilerine hayat vermiş, idrâk ile konuşma yeteneği ihsan etmiş, hepsine: "Ben sizin Rab'biniz değil miyim?" ilâhî hitabını yöneltmiş, onlar da kavuştukları hayat ve akıl sayesinde Allah'ın rab olduğunu anlayarak: "Belâ = evet" diye itirafta bulunmuşlar, bu suretle ilk ahit meydana gelmiş, sonra da bu zerreler halindeki nesiller alındıkları yere iade edilmişlerdir. Bunlar ihtimâl ki, Hz. Adem'in arkasındaki cilt üzerinde ki küçük deli ki erden çıkarılmışlar ve yine aynı deliklerden yerlerine iade olunmuşlardır. Kendilerine geçici olarak üflenen ruhlar da tekrar kendilerinden alınmıştır. (B) Rivayetten ziyâde dirayet yolunu seçen bir kısım müfessirlere göre ise Adem oğulları hakkındaki bu söz ve antlaşma, öyle yaratılışın başlangıcında cismanî ve sözlü bir şekilde vuku bulmuş değildir. Belki bu, bir gizli ve manevî sözdür, antlaşmadır. Bu konudaki açıklamalar, temsili bir istiare kabilindendir. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri Adem Aleyhisselâm ile onun evlât ve tomnlarının süslerinden zürriyetlerini kıyamete kadar adet olduğu şekilde nesilden nesie, soydan soya varlık sahasına çıkarmakta ve herbirini sonsuz lütuflarına m az har ederek onlara rab lığının delillerini, birliğinin şahitlerini göstermekte ve kendilerini akıl ve fikir ile seçkin kılıp hak ve hakikati anlamaya rab lığı kavramaya kabiliyetli kılmaktadır. Onlarda bu nimetlere kavuştuklarını ve gözlerinin önünde parlayıp duran binlerce delilleri, şahitleri görüp duruyorlar. Kendilerinin ve kendilerini kuşatan kâinatın bir yaratıcıya, eş ve benzerden uzak olan ezelî bir rabbe muhtaç bulunduklarını anlayabilecek bir yaratılışta bulunuyorlar. § Binaenaleyh birer insanlık kitlesi olan bu nesillere, zürriyetlere karşı dâima ilâhî ve iç âleme ait bir lisan ile yüce hitab tecelli ediyor. Bunların görünen durumları ve kabiliyetleri de ister istemez "Belâ = evet" derneğe koşuyor, bunun içinde de bir sözleşme, bir söz ve antlaşma meydana gelmiş, Allah'ın rab olduğu itiraf edilmiş oluyor. İşte hikmet sahibi yaratıcının insanlığı böyle hak ve hakîkati anlamaya kabiliyetli kılması; insanlığın da bu anlayışa güç yetirmiş bulunması, temsil yoluyla bir şâhid tutma ve itiraf etme bir antlaşma mesabesinde bulunmuştur. Gerçekten kâinatın her zerresi, özellikle insanların eşsiz yaratılışı. Yüce Allah'ın varlığına, birliğine, rablığına işaret ve şahadet edip durmaktadır. Bunun içindir ki: Bir âyet-i kerime de O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların teşbihini anlamazsınız, (İsrâ, 17/44) buyrulmuştur. Evet… Herşey, lisânı hâl ile Yaratıcısını teşbih ve tevhid ediyor, yazık ki, bu maddî kulaklar bunu işitmekten mahrum. Kısacası: Bütün kâinat, Allah Teâlâ'nın varlığının, birliğinin birer şahididir. Her insan, İslâm yaratılışı üzerine doğar, büyür, bu yaratılışa muhalefet etmedikçe yaratıcısının rablığını İtiraftan ayrılmaz. Bu yaratılış, ilâhî bir söz ve antlaşmanın bir nişânesidir. Herkes bu yaratılışı muhafaza ile, buna muhalefetten kaçınmakla mükelleftir. Bu yaratılış dairesinde yaşayanlar, vermiş oldukları söze sadâkat göstermiş olurlar. Bilâkis bu yaratılışa muhalefet edenler de sözlerini bozmuş; Yaratılışlarının gereği olan itiraf larından dönmüş olurlar. Şunu da ilâve edilim ki, böyle lisânı hâl ile meydana gelmiş ve gelmekte bulunmuş olan bir söz ve antlaşma diğer tefsircilerin ve hadiscilerin beyan ettikleri gibi yaratılışın başlangıcında vukua gelmiş olduğu kabul edilen bir söz ve antlaşmaya aykırı değildir. Bunların birlikte düşünülmesi mümkündür, bunların hem maddî, hem de manevî şekilde olması caizdir. Lisânı hâl ile olan söz hususunda ise bütün dindar zatlar aynı görüşü paylaşmıştır. Şimdi burada başlıca beş sual hatıra gelmektedir. Bunları cevaplarıyle beraber kaydediyoruz. (1) S: Zerreler halinde bulunan milyarlarca zürriyetler, Hz. Adem'in arkasında, sulbünde nasıl toplanmış olabilir?. C: Bu zerreler, fevkalâde küçük, ve adetâ bölünmez birer cüz mesabesinde bulunmuştur. Binaenaleyh bunların Adem'in sulbünde toplanması imkânsız değildir. Bir damla suda bile binlerce mikrobun bulunduğu kabul edilmemiş midir?. Allah'ın kudreti karşısında böyle bir toplanma nasıl imkânsız görülebilir, İnsanlık hakikatinin önemsiz bir cevher olduğu anlayışını da ayrıca tetkik etmek lâzımdır. (2) S: Bu kadar küçük zerreler, böyle bir hitaba nasıl kabiliyetli bulunurlar?. Allah'ın rab olduğunu nasıl arılayabilip tasdik edebilirler?. C: Hayat için İlim ve konuşmak için mutlaka bünye şart değildir. Bünye bunlar için basit bir şarttır. Bunun zıddı da aklen imkânsız değildir. Hak Teâlâ Hazretleri dilerse en küçük bir zerreye de hayat, anlayış vesaire ihsan buyurabilir. Allah'ın kudretini kim sınırlayabilir?. İşte mikroplar meydanda. Bunlar yaşıyorlar, bir takım özellikler taşıyorlar. Hayatlarını müdafaaya çalışıyorlar. Maamafih bizim bilmediğimiz daha ne-kadar yaratılış sırlan ve eşsiz varlıklar var. Yaratıcımızın büyük kudretini İtiraf ettikten sonra o zerrelerin bu kudret ile birer ilm ve irfana nail olabilmelerini inkâra mahal kalmaz. Hele küçük canlıların varlığını kabul edenlerin ise böyle bir suale hiç selahiyeti olamaz. (3) S: Zürriyetler, madem ki, yaratılışın başlangıcında rab lığı İtiraf etmişler, daha sonra bir kısmı ne için dünyada inkâr vadisine sapmıştır?. C: Allah Teâlâ Hazretleri bu zürriyetlere rahmetiyle, heybetiyle tecelli etmişti. Bunların bir kısmı rahmete mazhar olup Allah'ın rab lığını isteyerek tasdik ve itiraf etmiş, bir kısmı da heybetin tesiri altında kalarak istemeyerek itirafta bulunmuştu. İşte böyle istemeyerek itirafta bulunanlar bilahara inkâr vadisine sapmışlardır. Demek ki, kabiliyetleri farklı olduğundan daha sonra bu kabiliyetlerine göre bir kısmı sözünde durmuş, bir kısmı da sözünü bozmuştur. Nitekim bir takım insanlar vakit vakit yapmakta oldukları sözleşmelere de sadakat göstermemektedirler. Zaten insanlarda bu farklı yetenekler, kabiliyetler, iradeler bulunmasa idi bu yükümlülük âlemine getirilmelerinin hikmeti de kalmamış olurdu. (4) S: Zürriyetlerden hiçbiri o sözü bu âlemde hatırlayamıyor. Artık bunun yapılmasından dolayı insanlar nasıl mesul olabilirler?. C: Evet… Bu sözü bugün insanlık kitlesi hatırlayamıyor. Fakat böyle bir sözün vuku'unu her yönüyle doğru sözlü olan Yüce Peygamberler haber vermişlerdir. Allah'ımızın mukaddes kitapları da bunu kuvvetlendirmektedir. İnsanlar ise birçok şeyleri görmedikleri, işitmedikleri halde sâdece Yüce Peygamberlerin haberlerine dayanarak tasdik etmekle mükeleftirler. Meselâ: Biz melekleri ve cennet ile cehennemi görmüş değiliz, fakat bunların varlığına inanırız, bu inançla yükümlüyüz. Çünki bunların birer hakikat olduğunu hakkın Peygamberleri, kitapları haber vermiştir. İşte o ilk söz hakkındaki hüküm de böyledir. Zaten imân gaybe ait bir tasdikten ibarettir. Böyle bir söze imân de gayb mahiyetinde kalmış olmasıyle gerçekleşebilir. Bu, dünya hayatındaki mükellefiyetimizin bir gereğidir. Unutulan veya inkâr edilen bir kısım sözlerin, İtirafların, yükümlülüklerin mahkemelerde şahitler vâsıtasıyle isbat edilegeldiğini de unutmamalıdır. Bununla beraber, bu ilk sözü İmamı Ali gibi bazı büyüklerin hatırladıktan da kendilerinden rivayet edilmiştir. (5) S: Bu zürriyetler, Kur'an'ı Kerim'e göre Adem oğlunun arkalarından alınmıştır. Bazı hadislere göre de bizzat Hz. Adem'in arkasından alınmış, dışarıya çıkarılmıştır. O halde bunların arasında bir ihtilâf bulunmuş olmuyor mu?. C: Hayır… Bunların arasında hakikî bir ihtilâf mevcut değildir. Bir kere "Adem oğlu" tabiri âdeta insan ve beşer tabirleri gibi insan nevinin bir ismidir. Bu halde zürriyetlerin Adem oğlunun arkalarından alınması, hem Adem Aleyhisselâm'ın hem de çocuk ve torunlarının arkalarından alınmış olması demektir. Yahut Hz. Adem'in bizzat zürriyetlerine nisbetle çocuk ve torunlarının zürriyyetler! Daha ziyâde olduğundan bu zürriyyetlerin çıkarılması Kur'an'ı Kerim'de tağlîb yoluyla Adem oğluna izafe edilmiş, Hz. Adem'e de ayrıca isnat ve izafe edilmemiştir. Filhakika Allah T e âlâ Hazretleri, Adem Aleyhisselâm'ın soyundan gelen çocuklarını zerreler halinde bizzat Hz. Adem'in arkasından çıkarmış, bu evlâdın neslini de aynı zamanda kendilerinin arkalarından insanlık silsilesinin nihayetine kadar varlık sahasına çıkarıvermişti. Bu bir harikadır, fakat Allah'ın kudreti karşısında imkânsız değildi. Aklın kabul etmesi için denilebilir ki, bir tohum tanesinde bile düşünülürse binlerce dallar, fidanlar, yapraklar, çiçekler, meyveler gizlenmiş bulunmaktadır. Bunlar vakit vakit bir irâde kudretiyle meydana çıkarılmaktadır. İşte Adem Aleyhisselâm'ın sülbundeki zürriyetlerin herbirinden de böyle birçok çocuk ve torunun ruhları ve asıl maddeleri gizlenmiştir ki, bunu imkânsız görmeye mahal yoktur.Velhâsıl: Kur'an-ı Kerim, çağdaş ve gelecek insanlara sözünü bir kanıt olmak üzere haber verdiğinden insanlık zürriyetlerinden herbirinin kendi babasının arkasından alınmış olduğunu beyan buyuruyor. Hadislere gelince bunlar da bu söz, delil getirmek için zikredilmiş olmadığından zürriyetlerin çıkarılması, yalnız insanlığın aslı; ortaya çıkış kaynağı olan Hz. Adem'in arkasına nisbet edilmiş, kısa yol seçilip vâsıtaların zikrine lüzum görülmemiştir. Yoksa bütün zürriyyetlerin bizzat Hz. Adem'in arkasından çıkarılmış olduğu ifâde edilmek istenmemiştir. Gerçekten de Adem'in oğlunun sulbünden meydana gelmekte olan zürriyyetler, insanlığın ilk pederî olmak itibariyle Hz. Adem'in sulbünden meydana gelmişler demektir. Binaenaleyh bunların ortaya çıkışını yalnız Hz. Adem'e nisbet etmekte bir sakınca yoktur. O halde âyeti kerime ile bu hadisi şerifler arasında bir ihtilâf bulunduğu iddia edilemez. Sonuç olarak denilebilir ki: Bu söz ve antlaşma âyet-i kerime ile, mübarek hadisler ile sabittir, Allah'ın kudretine göre her şekilde mümkündür. Bunu keyfi şekilde yorumlamaya yeltenmek ise bir bidattir. Biz bunların ayrıntılarını Allah'ın ilmine havale ederiz. Gerçek bilgi Allah katındadır.

KUR'AN-I KERİM MEALİ, TEFSİRİ; AÇIKLAMASI, YORUMU VE MANAYI İZHARI;

Copyright © kuranikerim.name.tr, 2014